“Derdi olan insan okur, derdi olmayan da okuyarak dert sahibi olur.”
İnsan ruhu, varoluşun karmaşası içinde her daim kendini sorgulama ihtiyacı duyar. Bazıları için kitaplar, dertlere çare; bazıları içinse dertin derinleştiren bir aynasıdır. Bir yandan kaleme aldıkları kelimelerle teselli bulan yazar, diğer yandan hayata dair acı gerçeklerle yüzleşen okur; işte bu uç noktada, okumanın büyülü fakat karmaşık dünyası ortaya çıkar.
Geçtiğimiz günlerde, İstanbul’un sakin bir semtinde yürüyen genç bir adam, eski bir kitapçıya uğradı. Raflarda tozlanmış, yılların sessizliğini taşıyan kitaplar arasında gezinirken, gözleri bir ciltte parıldadı: “Derdi olan insan okur, derdi olmayan da okuyarak dert sahibi olur.” Yazının altında, umut ve hüzün iç içe geçmiş bir imza vardı. Bu cümle, onun kalbinde yankı uyandırdı. Kendisi, hayatın küçük acılarıyla başa çıkmaya çalışan biri olarak, okumanın bir nevi ilacına inandığı için sayısız defa kitaplara sığınmıştı.
Ancak o gün, bu sözün anlamını sorgularken karşılaştığı yaşlı bir kitapçı, ona farklı bir bakış açısı sundu. “Bak evlat,” dedi derin ve yorgun sesiyle, “okumak, sadece dertleri çoğaltan bir araç değil; aynı zamanda insanı kendine getiren, dünyayı yeniden keşfetmesini sağlayan bir kapıdır. Okudukça, acılarımızı da fark ederiz, belki de iyileşiriz.” Bu sözler, genç adamın içindeki umudu yeniden yeşertti. Belki de dert, okuyarak çoğalırsa; aynı zamanda anlama, paylaşma ve iyileşme de çoğalırdı.
O günden sonra genç adam, her akşam evinin loş ışığında oturur, sevdiklerinin, dostlarının, hatta kaybettiklerinin hikayelerini okur ve yazarak kendi iç dünyasını yeniden inşa ederdi. Kitaplar, ona yalnızca bir kaçış yolu değil, aynı zamanda hayatın karmaşık seyrinde yürüyebileceği bir rehber olmuştu. Her satır, ona geçmişin, bugünün ve geleceğin dengesini sunarken, okuyuculara da dertleriyle barışma umudu veriyordu.
Belki de asıl mesele, her birimizin dertine farklı bir renk vermesidir. Okuyan dertleriyle ağlarken, okumayan ise dertleri görmeden yaşamaya devam eder. Her iki uçta da, insanın ruhunun derinliklerine inen bir arayış yatmaktadır. Bu arayış, insanı yıpratsa da, sonunda kendi içindeki en saf benliğe ulaşmasının kapılarını aralar.
Hayatın çetin yollarında, dertle yoğrulmuş bir insan, okudukça yalnızca acılarını çoğaltmakla kalmaz; aynı zamanda kendi benliğini yeniden inşa eder. Rasim Özdenören’in “Asıl mesele bir derdimizin olmasıdır” ifadesi, aslında insanın yaşamla yüzleşirken taşıdığı varoluşsal sorumluluğa işaret eder.
Her satırda, kelimelerin ardında gizli kalan o yaşam öyküsü, okuyanı geçmişin izlerini ve geleceğe dair umutları aynı anda düşündürür. Okumak, bazen içsel sancıları yeniden alevlendirir; ama bu sancılar, zamanla insanı olgunlaştırıp, acının altında yatan güzelliği fark etmesini sağlar. O genç adam, o eski kitapçıda duyduğu yaşlı bir adamın sözlerinde, okumanın sadece dertleri artıran bir silah olmadığını, aksine ruhun iyileşmesine vesile olduğunu öğrenmişti.
Kitapların satırlarında, varoluşun kırılganlığını ve umudun filizlenmesini görmek mümkündür. Belki de dert sahibi olmak, insanın yaşamındaki sorulara yanıt arayışını derinleştirir; her soru, yeni bir keşfe, her keşif, devirimsel bir farkındalığa kapı aralar. İnsan, okudukça yalnızca kendi acılarına değil, aynı zamanda evrensel bir hüznün ve umudun da izlerini sürebilir.
Günümüzün hızlı ve karmaşık yaşamında, kitaplara sarılmak, sanki kendi iç dünyamızın haritasını çıkarmak gibidir. Her kelime, bir aynaya benzer; okuyucu, kendine dair yeni bir gerçeklikle yüzleşir. Derdi olan insan okur; derdi olmayan da okuyarak dert sahibi olur. İşte bu paradoks, insanın kendi varoluşuyla kurduğu ilişkide bir dönüm noktasıdır.
Belki de asıl mesele, dertlerin de bir yaşam öğretisi olduğudur. Okudukça, dertlerimiz, acılarımız, sevinçlerimiz, umudumuz bir bütün haline gelir; her biri, ruhun ince bir dokunuşuyla yeniden şekillenir. Böylece, kitapların sayfalarında yalnızca karanlık bir hüzün değil, aynı zamanda aydınlık yarınlara dair ipuçları da saklıdır.
Bu düşünce akışı, yalnızca bireysel bir arayış değil, aynı zamanda toplumun ortak hafızasında da yer bulur. Kitaplar, kuşaktan kuşağa aktarılan bir bilgi hazinesi gibidir; her nesil, kendine has dertleriyle okudukça, geleceğe dair yeni umutlar yeşertir. Böylece, “okumayı terk etmemek” belki de en büyük kurtuluş reçetesidir.
Okumanın derin sularında kaybolan her birey, bir yandan dertlerinin farkına varır, diğer yandan da yaşamın sırlarını keşfeder. İşte bu yüzden, derdi olan insan okur; derdi olmayan ise, okumaya başlamadan önce belki de hayatın en gerçek dertlerini fark eder. Sonuçta, okumanın büyüsü; insanı hem dertlerin hem de umudun dansıyla, kendi içsel dünyasında yeniden inşa edebilmesidir.
Okumanın getirdiği bu içsel serüven, yalnızca dertlerimizi çoğaltmakla kalmaz; aksine, her sayfada yeniden doğuşa, umut ve kabullenişe de vesile olur.
Gecenin sessizliğinde, loş ışık altında açılan bir kitap, okurun ruhuna derin izler bırakır. Her kelime, kalbin gizli köşelerine dokunur; bazıları, acıların ve kederin yankılarını ortaya çıkarırken, bazıları ise içsel direnişin, umudun ve kabullenişin kıvılcımlarını ateşler. Rasim Özdenören’in dizelerinde ifade ettiği gibi, "Asıl mesele bir derdimizin olmasıdır." Belki de her birimizin içinde, yaşadığımız derdin ötesinde, bir şeyleri değiştirebilme, yeniden doğabilme arzusu yatar.
Okumak, bu anlamda insanın varoluşuyla kurduğu sessiz bir sohbet gibidir. Kimi zaman okunan her satır, geçmişin acı hatıralarını gün yüzüne çıkarır; kimi zaman ise, geleceğe dair umut dolu bir ışık olur. Bu süreçte, okur, kendi iç dünyasında sessizce bir hesaplaşmaya girer; acılarıyla, sevinçleriyle, hayalleriyle barışmanın yollarını arar. Kitapların her satırında saklı o bilgi, insanın kendisiyle yüzleşmesine, varlık sebebini sorgulamasına ve nihayetinde bir tür kabullenişe ulaşmasına yardımcı olur.
İnsan, her okuduğunda yalnızca kelimeleri değil; hayatın tüm çalkantılarını, sevinçlerini ve hüzünlerini de beraberinde taşır. Derdi olan insan, okudukça dertlerini derinleştirir belki; ama o dert, aynı zamanda ona yenilenmenin, içsel güçlenmenin kapısını aralar. Belki de en büyük cesaret, acıların ve kederlerin üzerine gitmekte, onlardan dersler çıkarmakta yatar. Çünkü gerçek dönüşüm, insanın kendi varlığını, hatalarını ve umutlarını kabul etmesinde saklıdır.
Okuma eylemi, bir yandan zihni beslerken, diğer yandan ruhun derinliklerine inmeye ve orada gizli kalmış o öz benliği gün yüzüne çıkarmaya yarar. Her defasında yeni bir satır, insanı kendine biraz daha yakınlaştırır; dertlerle yüzleşirken, aslında yaşamın ta kendisini de yeniden inşa eder. Böylece, her okuma seansı, bir içsel direnişin, umudun ve yeniden doğuşun simgesi haline gelir.
Yorum Gönder