Bir zamanlar kelimelerin bir ruhu vardı. "Nasılsın?" sorusu gerçekten merakla sorulur, "İyiyim" cevabı ise samimi bir tebessümle verilirdi. Ancak modern çağda her şey gibi duygular da mekanikleşti. İnsanlar artık sadece nezaket gereği soruyor ve karşı taraf da içi boş bir yanıt veriyor. Bir alışkanlık, bir zorunluluk...
Bizler, ne ölümün hüznünü hakkıyla hissedebiliyoruz ne de hayatın neşesini doya doya yaşayabiliyoruz. Ortada, gri bir boşluk var. Ne tam anlamıyla yaşıyoruz ne de ölüyoruz. Duygularımızı kaybettik, birbirimize karşı sahte roller oynuyoruz. Hâl hatır sormak, gerçek bir ilgi göstermek yerine, ezberlenmiş cümlelerle günü geçiştiriyoruz.
Eskiden, bir dostun yüzündeki hüznü fark etmek için gözlerine bakmak yeterdi. Şimdi ise insanlar acılarını saklamayı, sahte gülümsemelerle hayatı idare etmeyi öğrenmiş durumda. Çünkü kimse kimsenin derdini duymak istemiyor. Herkes, kendi dertleriyle o kadar meşgul ki başkasının yükünü taşımak bir lüks haline geldi.
Belki de en büyük yanılgımız, samimiyetsiz bir "Nasılsın?"ın ilişkileri sıcak tutacağına, bir yalandan ibaret "İyiyim" cevabının her şeyi yoluna koyacağına inanmamız. Oysa sahte kelimeler, zamanla ruhlarımızı da çürütüyor. Hayat, içi boş cümlelerden ibaret bir oyuna dönüşüyor.
Peki, çözüm nedir? Belki de yeniden hissetmeye cesaret etmek... Gerçekten "Nasılsın?" demek, gerçekten dinlemek, gerçekten anlamak... Ve eğer iyi değilsek, "İyiyim" yalanına sığınmak yerine, olduğumuz gibi görünmek. Ancak o zaman, ne ölümün hüznü kaybolur ne de hayatın neşesi solup gider. İnsan olmanın hakkını vermek, samimiyetle başlar.
İçsel Yansımalar ve Gerçek Benlik
Teknolojinin ve modern yaşamın acımasız temposu, bizleri yalnızca kalabalıklar içinde savrulmaya değil, aynı zamanda kendi iç dünyamızın derinliklerinde saklı kalan hislerle yüzleşmeye zorluyor. Her “Nasılsın?” sorusu ardında, bir zamanlar kalpten kopan samimiyetin yerini alan, içsel boşlukların sessiz çığlıklarını barındırır. “İyiyim” cevabı ise, adeta kaybolan duygularımızın maskesi olarak, gerçeklikten kaçışın bir sembolüne dönüşür. Bu mekanik diyaloglar, bireyin varoluşuna dair sarsıcı bir sorgulamanın habercisidir.
Gün geçtikçe, hayatın içindeki acı gerçekler, ne kadar da özenle saklanıp, ne kadar da örtük kalıyor. İnsanlar, birbirlerinin gözlerinde samimiyeti ararken, aslında kendi yorgun ruhlarının izlerini sürebiliyor. Kimi zaman, bu yüzleşme bir uyanışa, kimi zaman da derin bir yalnızlığa neden oluyor. Ancak, bu yalnızlık, belki de ruhumuzu yeniden keşfetmemiz için gereklidir; çünkü her “Nasılsın?” sorusu, aslında içimizde saklı kalan bir umut ışığının da habercisidir.
Samimiyetin İzinde Yeni Bir Yol
Yine de umut, en karanlık zamanlarda bile insana yol gösterir. Gerçek duyguları, kelimelerle örtmeye çalıştığımız o yapay sohbetler yerine, kalpten kalbe akan o samimi akışı yeniden yaşamak mümkün. Belki de öncelikle, kendimize dürüst olmakla başlamalıyız. Çünkü ancak içsel çatışmalarımızla yüzleşip, o maskeleri indirdiğimizde, “Nasılsın?” sorusunun ardındaki anlamı yeniden keşfedebiliriz.
Bu arayış, bizi daha insani, daha gerçek kılacaktır. Samimi bir “Nasılsın?” artık sadece bir selamlaşmadan ibaret kalmayacak; o, ruhun derinliklerine inen, varoluşun tüm hüznünü ve neşesini kapsayan bir davet haline gelecektir. Böylece, yaşamın getirdiği acı ve tatlı anlar, her biri ayrı bir öğretici dersi barındıran bir melodramdan çıkıp, gerçek duygularla yeniden hayat bulacaktır.
Cahit Sıtkı Tarancı’nın ruhunu ve keskin bakış açısını hatırlatan bu satırlarda, modern yaşamın yalan dolu diyaloglarına bir veda; içsel samimiyetin ve gerçek varoluşun yeniden keşfine doğru atılan umut dolu adımlar saklıdır.
Cahit Sıtkı Tarancı
Yorum Gönder