Hava puslu, soğuk… Kırlar koyu kırmızıya bürünmüş, saman sarısı ile ölü yeşilin arasında bir yerde nefes alıyor doğa. Sararan yapraklar, rüzgârın kollarında savrulurken, zaman bir eylül hüznüne yaslanıyor. Şehirlerin sokakları da tıpkı bu kırlar gibi; yorgun, sessiz ve soğuğa teslim olmaya hazır. Ama gönül… Ah, gönül! O hiçbir mevsime razı gelmiyor. Kışın sert rüzgârına da baharın tazeliğine de aynı inatla direniyor.
İnsan yüreği işte, takvimlerin düzenine uymuyor. Kış kapıya dayansa da, içimizde bir yerlerde hâlâ yazın güneşi yanıyor. Ellerimiz cebimizde, omuzlarımızı kaldırıp soğuktan korunmaya çalışsak da, içimizin bir köşesi hâlâ ılık bir esinti bekliyor. Çünkü insan dediğin, mevsimlere değil, hayallere inanıyor.
Ne zaman bir sokak lambasının ışığında titreyerek yürüyen birini görsem, ne zaman gri gökyüzü çökse şehrin üstüne, hep aynı şeyi düşünürüm: Hangi insan kışa gerçekten hazır olabilir? Hangi yürek, bir baharı daha geride bırakırken üşümemeyi başarabilir?
Günler kısalıyor, güneş her zamankinden erken batıyor. Sobaların başında toplanan eski zaman insanların yerini, kaloriferin soğuk metaline yaslanan yalnız gölgeler alıyor. Kahveler daha koyu, sohbetler daha kısa, pencereler daha sıkı kapalı… Kış geliyor. Ama gönül, hâlâ yaza bir bilet arıyor.
Oysa mevsimler gelir, geçer. Kırlar her yıl başka bir renge bürünür. Ama insanın içindeki bahar umudu, bir mevsime hapsolmaz. Öyleyse, bırakın kış gelsin. Bırakın rüzgâr pencereleri zorlasın. Gönlümüzü sıkı sıkıya kapatmadığımız sürece, hiçbir mevsim bizi donduramaz. Çünkü içimizde bir bahar varsa, kış bile oraya ulaşamaz.
Yorum Gönder